11 Ağustos 2014 Pazartesi

Aşkın İstilası, YOL

Kişisel Gelişim konusuna ilgi duyan okuyucu kitlesinin bir kısmının merakla beklediği Metin Hara ‘ya ait “ Aşkın İstilası, Yol” isimli kitap, Mayıs 2014 döneminde yayımlandı.

Yazar Metin Hara’nın hikayesi şöyle: Babası bir trafik kazası sonrası yoğun bakımda kalıyor ve tedavisi 1,5 yıl sürüyor. Çok şükür bugün, bu kazadan dolayı aldığı tüm yaralanmalardan kurtulmuş durumda. Annesi de  iki kez yakalandığı kanser hastalığından kurtulmayı başarıyor. Metin Hara, bütün bunları, ekonomik boyutları/yoksunlukları ile birlikte yaşamış biri olarak yoğun bakımda babasına bir söz veriyor: insanlara maddi beklentiden uzak bir şekilde faydalı olmak: Bu doğrultuda İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon bölümünü kazanıp eğitim alıyor ve mezun oluyor. Enerjisi bu bölüme mi yetiyor yoksa özellikle bu bölümü mü seçiyor, açık değil, bilmiyorum ama kitapta Tıp Fakültesinin adı başta olmak üzere “batı tıbbı”, “pozitif bilimler” ifadeleri sıkça “yüceltilerek” geçiyor. Tıp bilmine kompleksi olmayan biri olarak kitap boyunca serpiştirilmiş olan bu etiketleri, -cüretim affedilsin-tatmin olmamış bir ruhun sayıklamaları olarak gördüm...

Bu kitap çalışmasının nispeten merkezinde yer alan iki özgün konu var: Alfa-Beta beyin dalgası ve sufi nefesi . Yazar, ayrıca Ki topları, çakra ve hastalıkların zihinsel kökenleri konularına da değiniyor. Ancak bunlar, bu konulara dair yazılmış kitaplarda kolayca bulunabildiğinden, kanaatimce ikinci dereceden özgün konular arasında yer alıyor. Bir de yazarın ömrü boyunca yani, 31 yıldır özenle biriktirdiği aile bireyleri, arkadaş, kız arkadaş ve danışanları gibi önemli tecrübi bilgi kaynakları ile harmanlanmış bir dizi anekdot sahibi olduğunu belirtmem gerek… Danışanlar, her türlü hareket serbestisine sahiptir ama ya arkadaş ve kız arkadaşlar? Bu iki grubun yazarla ilişkisine bayılacaksınız.

İşin özü; 31 yaşındaki yazarın, daha teknik bir kitap yazmasını beklerdim. Böylelikle ulaşmak istediği kitleye sahiden bir mesajı varsa bunu, azami katkı ile vermiş olurdu. Oysa yazar, dünyanın etrafında iki tur atıp her şeyi görmüş, çözmüş bir yaklaşım içinde "metafordaki" gezdiği gördüğü yerleri anlatmaya kalkmış. Kitabı okurken “bitirince hakkında bir yazı yazarım” şeklinde düşünmediğim için eşanlı olarak notlar almamıştım. Bitirince kitaptaki haddini aşan iddialara, yakışıksız tespitlere, dini konulardaki ahkam kesmelere bir şekilde itiraz etmenin gereklilik olduğunu hissettim ve bu yazının yazılma serüveni başladı: Ancak kitabı yeniden okuma zahmetine katlanmamak için rastgele tarama yolu ile aşağıya alıntıladığım kısımlar üzerinden yazarın eleştirisini yaptım. Vakti müsait olan bir başkası çok daha geniş bir malzeme ortaya dökebilir, yazıyı genişletebilir.

GİRİŞ
Kitabın girişinde editör ve son okuma yapan kişilere dair kayıtlar düşülmüş ise de kitapta dil/gramer hataları, seçilen örneklerin sahiciliği ve dini hususlardaki majör hatalar gibi hususlar giderilmemiştir. Ayrıca yazarın kendi fikirlerini, gerçeğin ta kendisi gibi esneklikten uzak bir şekilde sunması da önemli bir üslup problemi olarak ortada durmaktadır.

DEĞERLENDİRME
Sayfa 16’da “Çapa’da okuduğum bu yıllarda, yoğun bakımdaki (babası dışında) başka hastaların da yanlarına gittim. Yoğun bakım ünitelerindeki hastaların bilinçleriyle iletişime geçebiliyor, reaksiyon vermelerini sağlıyordum. Elbette bunun yalnız bana özel bir yetenek olmadığını biliyorum. “
Yazar, yoğun bakımda belki de delta dalga boyunda derin uykuda olan hastaların bilinçleri ile iletişime geçtiğini iddia ediyor. Çalışarak elde edilebilecek bir özellik olarak ifade ettiği bu yeteneğin kullanım sonuçları hakkında kitap boyunca başka bir bilgi vermiyor. Ben yazarın bunu, yani yoğun bakımda şuuru kapalı insanlar ile bir şekilde iletişime geçtiği fikrini, mütevazılık kılıfı içinde aslında ne kadar önemli biri olduğunu anlatmaya çalışmasında bir araç olarak kullandığını düşünüyorum. Bahsettiği konunun ne kadar önemli bir özellik olduğu ortada iken son derece sıradanmış gibi sunması ve fakat arkasını getirmemesi, yazarın konu ve konunun okuyucuyu hayret ve meraka sevk etmesi üzerinden kendini pazarladığı, mistik yeterliliği hususunda altyapı yatırımı yaptığı izlenimi vermekte.

Sayfa 17’de; “Çapa’da Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon bölümünde okurken ilk iki sene içerisinde küçük seminerler de vermeye başladım. “İnsan sağlığına nasıl daha bütüncül bakılır, nasıl koruyucu hekimlik yapılabilir, nasıl kendi kendimizin doktoru olabiliriz?” konularıyla ilgili kişisel eğitimler veriyordum. “
Yazar, bu kişisel eğitimleri nerede veriyormuş? Kendisinin ne birikimi varmış da bunları akranları ile paylaşıyormuş? Sonra küçük seminerler ne demek? Kafeterya sohbeti mi? Yemekhane kuyruğu konuşmaları mı? Broşürlü, anfili seminerler mi? İddia et, ne olur ki? Pazarlamaya devam…

“Tıbbi eğitimimin yanı sıra Uzakdoğu, Avustralya, Hindistan, Mısır, Fas, Çek Cumhuriyeti, Amerika, Nepal, Sırbistan, Romanya ve daha dünyanın pek çok ülkesinde değerli hocalardan Spiritüel eğitimler aldım. 19 yıl boyunca bu eğitimlerde farklı teknikler öğrendim ve bunları geliştirmek için çok ciddi zamanlar harcadım. Günde sekiz saat kitap okuyup, beş saat boyunca meditatif egzersizler yaparak kendimi eğittiğim, tam mesaili bir süreç yaşadım.”(Sayfa 17)
Şimdi yazar, 31 yaşında. Kendindeki özel yetenekleri 12 yaşında keşfettiğini söylüyor ama 19 yıl boyunca eğitim aldığı ifadesi izaha muhtaç. Arada birileri ile görüşmüş olabilir ancak kitabı okurken hiç atıf yapılmamasından anlıyorsunuz, eğitimine dair yukarıda yazılan abartılı ifadeler, ortaya koyduğu kimliğin içini “tecrübe ile ”doldurmak için tasarlanmış. Adını anmadığı soyut hocalar ifadesi ile illüzyon yaratıp kendi kendisinin hocası olduğunu, teknikleri öğrendikten sonra geliştirdiğini söylüyor.

“…İçimdeki sonsuz aşka tam güven ve teslimiyet duyarak geliştirdiğim tekniklerle, profesyonel olarak bütüncül tıp ile tedavi çalışmaları yapmaya başladım. Çalışmalarım kısa sürede Türkiye’de ve dünyada tıp camiasında büyük yankı uyandırdı.”(Sayfa 17)
Allah aşkına hangi yankı? Nerede ve ne zaman? Hem de tıp dünyasında! Bilen, şahit olan varsa söylesin. "Çalışmalarım kısa sürede Türkiyede ve dünyada tıp camiasında büyük yankı uyandırdı" diyor. İnanılmaz cesaret. Yalan değil mi bu?

Sayfa 49’dan: “Meslektaşım da olan bir arkadaşımla katıldığımız tıp kongresi sonrasında Çapa Tıp Fakültesi’nden eski bir hocamızla rastlaştık. Hocam beni gördüğünde yanağımdan makas alarak espri yaparken, aynı makası yanımdaki arkadaşımın yanağından da aldı. Kısa ve keyifli sohbetimizin ardından ben, sıcak ve güzel duygularla doluyken, yanımdaki arkadaşımın burnundan soluduğunu fark edince neler olduğunu sordum. Arkadaşım yanağından makas alınmasından çok rahatsız olmuş ve “Biz artık onun öğrencisi filan değiliz. Yanaktan makas almak da ne demek şimdi? Ben onun meslektaşıyım. Bu ne lakaytlık böyle!” diyerek söyleniyordu.
Bir fizik tedavici olan yazarımız, bir meslektaşı ile tıp kongresine katılmış. Ne kadar ciddi bir iş üzerindeler, değil mi? Mesajı alın yani. (Fizik tedavicilerin de tıp kongrelerine katıldıklarını öğrenmiş oluyoruz.) Kongreden sonra “okul”dan değil, Çapa Tıp Fakültesinden eski bir hocaları ile karşılaşmışlar. Çapa Tıp Fakültesi ifadesine de ihtiyaç var, çünkü, yazarımızda sanki “Çapa Tıp Fakültesi” ifadesini anma ile şifa bulan bir eksiklik var: Okul dese ihtiyaç görülmeyecek, eksiklik kapanmayacak. Üstelik bu ikisi, Çapa Tıp Fakültesinden meslektaşlar hoca ile… Eşitlenmişler yani. Saygı bekliyorlar anladığım, hocadan. Oysa ne olursan ol. Hoca-öğrenci kimliğindeki özneler kalıcıdır. Tıpkı Anne-çocuk kimliklerindeki kalıcılık gibi. Bunlar spritüel konular olmadığından yazarın ilgi alanında bile olmadığı anlaşılıyor. Bir de “eski hoca” ifadesini fark ettiniz mi? Eski hoca, yeni hoca olur mu? Kendileri genç, hoca yaşlı mı demek istiyor yoksa. Her neyse eski hoca ifadesi de hoş olmamış.

Şimdi 76 ile 80.sayfalar arasında; ADIM III: DÜŞÜNCE GÜCÜ
ZİHNİNİN SINIRLARINI AŞABİLDİĞİN KADAR ÖZGÜRSÜN
DÜŞÜNCE GÜCÜ NASIL AKTİVE EDİLİR?
Bu başlıklarla başlayan bölümde yazar, kopuk ve güçsüz fikirlerle bir şeyler gevelemeye çalışıyor ama işe yarar ve bütüncül hiçbir şey söylemiyor. Allah aşkına, tırnak içine alınmış bir “öğrenilmiş güçsüzlük” kavramı, yetersiz bir yazarı yeterli kılmaya, yazıyı kurtarmaya yeter mi? Olmuyor işte, olmuyor.

Sayda 119’da; “Üç yaşında boğulma tehlikesi geçirip de 50’li yaşlarında hala sudan korkan insanlar içinse aynı akışkanlıktan bahsetmek mümkün değildir. Bu vakada, 47 yıl boyunca bedende yerleşke kuran bir travma söz konusudur. Dolayısı ile bedende tazelenmeyi, yenilenmeyi ve iyileşmeyi önleyen bir blokaj var demektir. “
Altı çizili satırlarda cevabı olan soruyu yazıyorum: Travma bedende ne kuruyormuş? Yerleşke kuruyormuş, yani ne kuruyormuş: kampüs kuruyormuş. İnanabiliyor musun yazılana? Bedende kampüs kurmak.  Böyle bir deyim ya da metafor var mı? Yok! Yazarımız üretmiş, kullanabilir miyiz bundan sonra? Elbette, zorlarsan illa da kullanacağım diye, pek güzel bir argo deyim olur bu. Bedende kampüs kurmak. Üniversiteli çocuklar eğlenir…  Demek ki yazarımız, büyük laflar edeceğim diye böyle komik durumlara düşebiliyor ve kendisini bu durumdan kurtarabilecek editör ve son okumacı işlerini yapmamış görünüyor. Yazık!

Sayfa 123’te yazarımız, İslamiyetteki abdest uygulamasının bir topraklama metodu olduğunu belirtiyor ama ne kesinlikte, bakalım: “Abdestin amacı elleri ayakları temizlemek değil, bedendeki enerjiyi sıfırlayıp nötralize etmektir. Bu yüzden de su bulunmadığı takdirde “teyemmüm” adı verilen uygulamayla toprak kullanılarak abdest alınır.”
Abdestin amacını açıklıyorsun, nerden biliyorsun, Metin Hara ? Referansın ne? Dini bir konudan bahsederken referansın kendi zihninse edepli olur, fikrini bu benim yorumum diyerek ifade edersin. Abdestin amacını sana Allah mı açıkladı da bu kesinlikte cümleler kurabiliyorsun? Zihninle ilgili bir algı, dolayısı ile ciddi bir üslup sorunun var senin. Üstelik sorun yapısal, çünkü aşağıda başka örneklerini de göreceğin gibi sorun, kendini tekrar ediyor.

Aynı paragrafın devamında; “Dinler tarihi boyunca birbirlerine karşı toleranssız ve tahammülsüz tavırlar içinde olan büyük dinlerin içine bakarsak, abdest sözcüğünün Türkçeye Selçuklular zamanında Farsçadan geçtiğini görürüz.”
Editör ve son okumacı, neredesiniz, neresini düzelteyim bunun? Tümüyle talihsiz bir cümle. “bakarsak” ile biten kısım ile devam eden cümle arasında mantıksal bir bağ yok. Senin birikimin ne ki içini dolduramayacağın böyle iddialı lafları yazmaya kalkarsın? Dinlere karşı genellemeci, toptancı bir ithamın içindesin. İşlediğin konu din ve dinler tarihiyle alakalı da değil, aradan çıkarmak istediğin ne? Cümlenin devamında yer alan Türkçedeki abdest kelimesine ilişkin açıklama da statik bir bakış açısı ile kaleme alınmış. Sanki Selçuklular zamanında Türkçeye durduk yere Farsça” abdest” kelimesi girmiş. Oysa dinamik bir süreç var, Türklerin toplum olarak islama girmeleri, batıya doğru olan yürüyüşlerinde, İran coğrafyasında gerçekleşmiş, bu vesile ile Türkçeye namaz, abdest gibi farsça bir çok kelime girmiş. Ne olursa olsun. Bu bilginin konu ile doğrudan ve dolaylı hiçbir ilgisi yok. "Bunu da biliyorum, yazayım" telaşı bu. Ego ile ilgili yani.

Aynı sayfanın son paragrafında; “Bebeğin doğumu anne için ve dolayısı ile karnındaki bebek için de ağır bir travma olduğundan, Hristiyanlıkta bebekler doğar doğmaz yaşadıkları bu travmadan arınmak üzere vaftiz edilirler. Bu ritüelle; korku, heyecan ve endişeyle saatlerce acı çekerek bağıran annenin kendisine ve karnındaki çocuğa yaşattığı travmanın topraklanması amaçlanır.”

Buna karşılık sayfa 131’de; “Hristiyan çocukların doğar doğmaz günahkar ilan edilmelerinin altında da yine aynı baskılama ve suçluluk yaratma hedefi yatar. Hristiyan çocuk dünyaya gözlerini açar açmaz” Sen günahkarsın çünkü Hz. İsa; senin günahlarının affedilmesi için kendini feda ederek çarmıha gerildi.” Suçlamasıyla karşılaşır ve henüz işlemediği günahların bütün ruhsal bedellerini ödemeye başlar.”
Hristiyan bir ailenin çocuğunun vaftizi ile ilgili, biri olumlu diğeri olumsuz iki yaklaşımını yukarıya aldım. Hristiyan itikadına göre çocuk, Adem’in günahıyla doğduğu için İsa’nın kanı ile yıkanarak günahından arındırılıyor. Yazar ne yapıyor? Vaftizi doğum travmasına bağlıyor. Tamamen kişisel bir yorum olmasına rağmen aynı üslup sorunu kendini gösteriyor ve fikrini “tek doğru, gerçek”miş gibi lanse ediyor. Henüz işlemediği günahların ruhsal bedeli ile ilgili spekülasyonunun hesabını da bunu okuyan Hristiyanlara bırakıyorum.


Devamı paragrafta; “İslamiyet’te de çocukların “Ona bakma cehennemde yanarsın!” “Böyle konuşma çarpılırsın!” “Sol elini kullanma günahtır!” gibi binlerce hurafeyle suçluluk duygusuna terk edilmeleri, mutlu ve aydınlanmış bireyler olabilmelerinin önüne çekilen büyük setlerdir.”
Bu ifadeler, Hristiyanlıkla ilgili dile getirilen olumsuz yaklaşımı islamiyetle dengelemek üzere kurgulanmış mantıksal bir değeri olmayan değerlendirmelerdir. Zira bahsettiği hususlar, ”İslamiyette” denilerek dinin kendisine özgüymüş gibi lanse edilmektedir. Bu tarz ifadeler, toplumsal kültürde yer alsa da 1980’ler boyunca İstanbul’un çeşitli muhitlerinde bu tarz konuşan insanların bulunabileceği ve hatta yazarın da bu tür olumsuz telkinleri sıkça duyabilmiş olma ihtimaline karşılık sanıldığı kadarıyla kendisinin mutsuz ve aydınlanmamış bir birey olmasını sağlamamıştır. O zaman yazar neyi, niçin konuşmaktadır?

Sayfa 129’da yazarımız, uzmanı olmadığı halde bir kez daha din konusuna girmekte ve dini terminolojiye ait bir kavram olan günah’ı kullanarak: “Cinsellik, dinler tarihinde hiçbir koşulda başkasına zarar vermediği ve rızası dışında yaşanmadığı sürece asla “günah” sayılmamıştır ve yasaklanıp baskılanmamıştır.” demektedir.
Büyük lokma ye, büyük laf etme. Yazarın yaptığı, referansı kendi aklı olan yeni bir zina tanımıdır. Daha doğrusu, zinanın alanının daraltılarak yeniden inşa edilmesidir. (Bu durumda zorla yapılan her türlü tecavüz, zina kapsamında kalmakta ve rızaya dayalı birliktelikler günah kapsamından çıkarılmaktadır.) Haram ve helali belirleme yetkisi İslam itikadına göre Allah’a ait olduğu için getirecek yorumları, Kur’an ile desteklendikleri sürece -yoruma katılmasak bile- bir fikir olarak ciddiye almamız gerekir. Yazar, akıl yolu ile Allah’ın haram kıldığı bir eylemi, günah/haram kapsamından çıkararak “nefsini ilah edinmiş” bulunmaktadır. Allah’ın haram kıldığı bir eylemi yapmak başka, haramlığı hususunda inkar etmek başka sonuçlar doğurur.

Yine sayfa 131’de: “Tarihler boyu bütün dini kurumlar cinselliği her zaman baskılama, sınırlama ve yasaklama yoluna gitmişlerdir. Dinler ve kutsal kitaplar; içinde aşk olduğu, başkasına zarar vermediği ve rıza dışı olmadığı sürece cinselliği onaylarken, din adına sonradan insanlar tarafından yapılandırılan dini kurumlar cinselliği yasaklamış ve baskılamıştır.”
Hangi din? Hangi kurum? Salla gitsin, öyle mi? Hiçbir yere uzanmayan, bir başka husus ile bağlantı kurmayan, “şunu da söylemiş alayım, birikimime saysınlar” kabilinden ucuz yorumlar…


“… Devletlerin ve dini kurumların seni görmek istemeyeceği mertebe, senin mutlu ve aydınlanmış, bilge biri olmandır.”
Anarşizmi ben de severim ancak analitik olarak bu önermenin bir varsayım olduğunu görmek ve buna göre işlem yapmak gerektiğini söylemek isterim.


Sayfa 132’de: “Aydınlanmış insanların, dini kurumlara ihtiyacı olmadığından onlara yersiz bir saygı ve itibar göstermezler çünkü onlar varoluşla bir olmanın yolunu biliyorlardır ve aracı kurumların rehberliklerine muhtaç değillerdir.”
İşte burası, yazarımızın dine yapamadığı saldırıyı ne olduğu belli olmayan “dini kurumlar”a yapması ile ortaya çıkan ve artık dinsel inanç olarak yazarla bambaşka dünyalara ait olduğumuzu perçinlediğimiz yerdir. Hayırlı olsun. 

Varoluş kim? Bu kelimeyi cümleye göre Allah, evren ve enerji anlamlarında kullanıyorsun. Haberin olsun, tehlikeli sulardasın: Allah, kendisinin ikame edilmesini şirk olarak görür. Önce kendisinin bu kadar çok sayıda güzel ismi varken, onları kullanmayıp varoluş gibi kendi uydurduğun sevimsiz bir ifadeyi hem de toplum içinde, fütursuzca kullanmanı edep dışı bulduğumu ifade edeyim . Yeniçağın dervişi mahlasını kullanan birine böyle densizlikler yapmak yakışıyor mu?

Sayfa 132’deki bir çerçevenin başlığı, “Eşcinsellik günah mıdır?”, içeriğinde de “ilişkiyi yaşayanlar arasında zorlama ya da baskı yoksa taraflar seçimlerini özgür iradeleri ile yapmışlar ve bu kararlarından dolayı da memnunlarsa, hiç kimsenin onları zerre kadar yargılama hakları yoktur.

Varoluş sana da, ne yapmak istediğini sordu ve sen de bugün yaşadığın şeyi tercih ettiğine göre, yanındakinin hangi seçimi yaptığını eleştirmek senin haddine düşmediği gibi aslında kimseyi de ilgilendirmez.

Ortada bireye karşı yapılan bir zulüm, zarar ve işkence olmadığı, bir insanlık suçu işlenmediği müddetçe insanların cinsel hayatlarını yargılamak hiçbirimizin görevi değil”
Yine dini terminolojiye ait bir kavram olan günahı kullanıp eşcinselliği tartışıyorsun. Dini konular, dinin kavramları ile tartışılır. Senin zihnini ilah edinmene alıştım, seçimlerine de karışmıyorum ama sorumluluğunu al. Eşcinsellik günah mı diye soruyorsan cevabını dinin içinde ara. Seçimlerini din yapma. (Filan/Falan günah mıdır? sorusunun dini bir soru olduğunu anladığın an, büyük bir aydınlanma yaşayacağın kesin. İçimden geldi, öpüyorum. Selamlar.)

Sayfa 178’de; “Bize bütün din kitaplarında varoluşun suretinde yaratıldığımız söylendiği halde bizler daha sonra kendi suretimizde; hınçlı, şekilci, her verdiğimiz kararı yargılayan, kıskanç ve tapınılmayı bekleyen bir varoluş yarattık… Ben bile öğrettiğim egzersizlerde sana karşı esnek davranıp toleranslı olabilirken, sonsuz sevginin kaynağı olan varoluşun benim gösterdiğim kadar bile hoşgörü göstermeyeceğinin düşünmek ve sadece ibadet ritüellerini yerine getirmediği için seni cehennemde etlerin eriyene dek yakıp kavuracak zalimlikte olduğu fikrine katılmak seni “AŞK” tan giderek uzaklaştırmakta ve aranıza korkuyla örülmüş duvarlar örnektedir.
Zihnini ilah edinmek tam da 178. sayfadan yukarıya alıntıladığım ifadelerde kendini buluyor: Hınçlı, şekilci, kıskanç ve tapınılmayı bekleyen bir Allah tasavvuruna karşı çıkmak istiyorsun. Ben olsam daha düzgün bir üslupla ifade ederdim ama bil ki, Allah kendisine ibadet edilmesini istiyor, şirk koşulmasını istemiyor, ayrıca “intikam alan” O’nun isimlerinden biri: el Müntekim.  Şekilci de ne demek? Her şeyin bir kuralı var. Soyut konuşuyorsun. Allah’ın cehennemini küçümsemek yakışıyor mu sana? Allah adildir ve bu kadar isyanı yapan birine rızkı ve sağlık veriyorsa, hoşgörüsüne örnek de veriyor demektir. Sufi nefesi ile meditasyon yapmaya ara verip biraz Kur’an meali okumanda yarar var.

Sayfa 214’te çerçeve içinde: “Mevlana, hayatının son yıllarında artık namaz kılmıyordu, çünkü kalbinin her atışı ibadet, her söylediği dua ve her hissettiği şey aşk olan bir insanın hiçbir ritüele ihtiyacı kalmamıştır.”

Boyumuzdan büyük laflar edince sorarlar adama: nereden biliyorsun? Delilin nedir? Namazın istisnası yoktur. Sen neler saçmalıyorsun? Zihnin sana ne oyunlar oynuyor: Kalbin her atışı ibadet nasıl olur? Nereden biliyorsun? Tahmini değil, bilgiyi soruyorum. Her söylediği dua da ne demek? Her hissettiği aşk ne demek? Kelimelerle kendinizi kandırıyorsunuz. Mutlu musunuz bari?

Bitirirken kitabın yeniden gözden geçirilerek revize edilmesi ve en azından yukarıdaki mahzurların ortadan kaldırılmasını temenni ettiğimi belirtmek istiyorum. Metin Hara, teta dalga boyundan biraz olsun betaya çıkıp gerçekleri ve kendini konumlandırdığı yeri fark edip kendine yatırım yaparsa bu yazı ve yazar amacına ulaşmış olur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...