Kişisel Gelişim konusuna ilgi duyan okuyucu kitlesinin bir
kısmının merakla beklediği Metin Hara ‘ya ait “ Aşkın İstilası, Yol” isimli kitap, Mayıs
2014 döneminde yayımlandı.
Yazar Metin Hara’nın hikayesi şöyle: Babası bir trafik
kazası sonrası yoğun bakımda kalıyor ve tedavisi 1,5 yıl sürüyor. Çok şükür
bugün, bu kazadan dolayı aldığı tüm yaralanmalardan kurtulmuş durumda. Annesi de
iki kez yakalandığı kanser hastalığından
kurtulmayı başarıyor. Metin Hara, bütün
bunları, ekonomik boyutları/yoksunlukları ile birlikte yaşamış biri olarak yoğun bakımda
babasına bir söz veriyor: insanlara maddi beklentiden uzak bir şekilde faydalı
olmak: Bu doğrultuda İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve
Rehabilitasyon bölümünü kazanıp eğitim alıyor ve mezun oluyor. Enerjisi bu
bölüme mi yetiyor yoksa özellikle bu bölümü mü seçiyor, açık değil, bilmiyorum ama kitapta
Tıp Fakültesinin adı başta olmak üzere “batı tıbbı”, “pozitif bilimler” ifadeleri sıkça “yüceltilerek”
geçiyor. Tıp bilmine kompleksi olmayan biri olarak kitap boyunca serpiştirilmiş
olan bu etiketleri, -cüretim affedilsin-tatmin olmamış bir ruhun sayıklamaları
olarak gördüm...
Bu kitap çalışmasının nispeten merkezinde yer alan iki özgün
konu var: Alfa-Beta beyin dalgası ve sufi nefesi . Yazar, ayrıca Ki topları, çakra
ve hastalıkların zihinsel kökenleri konularına da değiniyor. Ancak bunlar, bu
konulara dair yazılmış kitaplarda kolayca bulunabildiğinden, kanaatimce ikinci
dereceden özgün konular arasında yer alıyor. Bir de yazarın ömrü boyunca yani, 31
yıldır özenle biriktirdiği aile bireyleri, arkadaş, kız arkadaş ve danışanları
gibi önemli tecrübi bilgi kaynakları ile harmanlanmış bir dizi anekdot sahibi olduğunu belirtmem gerek… Danışanlar, her türlü hareket serbestisine sahiptir ama ya
arkadaş ve kız arkadaşlar? Bu iki grubun yazarla ilişkisine
bayılacaksınız.
İşin özü; 31 yaşındaki yazarın, daha teknik bir kitap
yazmasını beklerdim. Böylelikle ulaşmak istediği kitleye sahiden bir mesajı
varsa bunu, azami katkı ile vermiş olurdu. Oysa yazar, dünyanın etrafında iki
tur atıp her şeyi görmüş, çözmüş bir yaklaşım içinde "metafordaki" gezdiği gördüğü yerleri
anlatmaya kalkmış. Kitabı okurken “bitirince hakkında bir yazı yazarım”
şeklinde düşünmediğim için eşanlı olarak notlar almamıştım. Bitirince kitaptaki
haddini aşan iddialara, yakışıksız tespitlere, dini konulardaki ahkam kesmelere
bir şekilde itiraz etmenin gereklilik olduğunu hissettim ve bu yazının yazılma
serüveni başladı: Ancak kitabı yeniden okuma zahmetine katlanmamak için
rastgele tarama yolu ile aşağıya alıntıladığım kısımlar üzerinden yazarın eleştirisini
yaptım. Vakti müsait olan bir başkası çok daha geniş bir malzeme ortaya
dökebilir, yazıyı genişletebilir.
GİRİŞ
Kitabın girişinde editör ve son okuma yapan kişilere dair
kayıtlar düşülmüş ise de kitapta dil/gramer hataları, seçilen örneklerin sahiciliği
ve dini hususlardaki majör hatalar gibi hususlar giderilmemiştir. Ayrıca yazarın kendi
fikirlerini, gerçeğin ta kendisi gibi esneklikten uzak bir şekilde sunması da
önemli bir üslup problemi olarak ortada durmaktadır.
DEĞERLENDİRME
Sayfa 16’da “Çapa’da
okuduğum bu yıllarda, yoğun bakımdaki (babası dışında) başka hastaların da yanlarına gittim. Yoğun bakım ünitelerindeki
hastaların bilinçleriyle iletişime geçebiliyor, reaksiyon vermelerini
sağlıyordum. Elbette bunun yalnız bana özel bir yetenek olmadığını biliyorum. “
Yazar, yoğun bakımda belki de delta dalga boyunda derin
uykuda olan hastaların bilinçleri ile iletişime geçtiğini iddia ediyor.
Çalışarak elde edilebilecek bir özellik olarak ifade ettiği bu yeteneğin
kullanım sonuçları hakkında kitap boyunca başka bir bilgi vermiyor. Ben yazarın
bunu, yani yoğun bakımda şuuru kapalı insanlar ile bir şekilde iletişime
geçtiği fikrini, mütevazılık kılıfı içinde aslında ne kadar önemli biri
olduğunu anlatmaya çalışmasında bir araç olarak kullandığını düşünüyorum. Bahsettiği konunun ne kadar önemli bir özellik olduğu ortada iken son derece sıradanmış gibi sunması ve fakat arkasını getirmemesi, yazarın konu ve konunun okuyucuyu hayret ve meraka sevk etmesi üzerinden kendini pazarladığı, mistik yeterliliği hususunda altyapı yatırımı yaptığı izlenimi vermekte.
Sayfa 17’de; “Çapa’da
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon bölümünde okurken ilk iki sene içerisinde küçük
seminerler de vermeye başladım. “İnsan sağlığına nasıl daha bütüncül bakılır,
nasıl koruyucu hekimlik yapılabilir, nasıl kendi kendimizin doktoru
olabiliriz?” konularıyla ilgili kişisel eğitimler veriyordum. “
Yazar, bu kişisel eğitimleri nerede veriyormuş? Kendisinin
ne birikimi varmış da bunları akranları ile paylaşıyormuş? Sonra küçük
seminerler ne demek? Kafeterya sohbeti mi? Yemekhane kuyruğu konuşmaları mı?
Broşürlü, anfili seminerler mi? İddia et, ne olur ki? Pazarlamaya devam…
“Tıbbi eğitimimin yanı
sıra Uzakdoğu, Avustralya, Hindistan, Mısır, Fas, Çek Cumhuriyeti, Amerika,
Nepal, Sırbistan, Romanya ve daha dünyanın pek çok ülkesinde değerli hocalardan
Spiritüel eğitimler aldım. 19 yıl boyunca bu eğitimlerde farklı teknikler
öğrendim ve bunları geliştirmek için çok ciddi zamanlar harcadım. Günde sekiz
saat kitap okuyup, beş saat boyunca meditatif egzersizler yaparak kendimi
eğittiğim, tam mesaili bir süreç yaşadım.”(Sayfa 17)
Şimdi yazar, 31 yaşında. Kendindeki özel yetenekleri 12
yaşında keşfettiğini söylüyor ama 19 yıl boyunca eğitim aldığı ifadesi izaha
muhtaç. Arada birileri ile görüşmüş olabilir ancak kitabı okurken hiç atıf
yapılmamasından anlıyorsunuz, eğitimine dair yukarıda yazılan abartılı
ifadeler, ortaya koyduğu kimliğin içini “tecrübe ile ”doldurmak için
tasarlanmış. Adını anmadığı soyut hocalar ifadesi ile illüzyon yaratıp kendi
kendisinin hocası olduğunu, teknikleri öğrendikten sonra geliştirdiğini
söylüyor.
“…İçimdeki sonsuz aşka
tam güven ve teslimiyet duyarak geliştirdiğim tekniklerle, profesyonel olarak
bütüncül tıp ile tedavi çalışmaları yapmaya başladım. Çalışmalarım kısa sürede
Türkiye’de ve dünyada tıp camiasında büyük yankı uyandırdı.”(Sayfa 17)
Allah aşkına hangi yankı? Nerede ve ne zaman? Hem de tıp
dünyasında! Bilen, şahit olan varsa söylesin. "Çalışmalarım kısa sürede Türkiyede
ve dünyada tıp camiasında büyük yankı uyandırdı" diyor. İnanılmaz cesaret. Yalan
değil mi bu?
Sayfa 49’dan: “Meslektaşım
da olan bir arkadaşımla katıldığımız tıp kongresi sonrasında Çapa Tıp
Fakültesi’nden eski bir hocamızla rastlaştık. Hocam beni gördüğünde yanağımdan
makas alarak espri yaparken, aynı makası yanımdaki arkadaşımın yanağından da
aldı. Kısa ve keyifli sohbetimizin ardından ben, sıcak ve güzel duygularla
doluyken, yanımdaki arkadaşımın burnundan soluduğunu fark edince neler olduğunu
sordum. Arkadaşım yanağından makas alınmasından çok rahatsız olmuş ve “Biz
artık onun öğrencisi filan değiliz. Yanaktan makas almak da ne demek şimdi? Ben
onun meslektaşıyım. Bu ne lakaytlık böyle!” diyerek söyleniyordu.
Bir fizik tedavici olan yazarımız, bir meslektaşı ile tıp
kongresine katılmış. Ne kadar ciddi bir iş üzerindeler, değil mi? Mesajı alın yani.
(Fizik tedavicilerin de tıp kongrelerine katıldıklarını öğrenmiş oluyoruz.) Kongreden
sonra “okul”dan değil, Çapa Tıp Fakültesinden eski bir hocaları ile
karşılaşmışlar. Çapa Tıp Fakültesi ifadesine de ihtiyaç var, çünkü, yazarımızda
sanki “Çapa Tıp Fakültesi” ifadesini anma ile şifa bulan bir eksiklik var: Okul
dese ihtiyaç görülmeyecek, eksiklik kapanmayacak. Üstelik bu ikisi, Çapa Tıp
Fakültesinden meslektaşlar hoca ile… Eşitlenmişler yani. Saygı bekliyorlar anladığım, hocadan. Oysa ne olursan ol. Hoca-öğrenci kimliğindeki özneler kalıcıdır. Tıpkı Anne-çocuk kimliklerindeki kalıcılık gibi. Bunlar spritüel konular olmadığından yazarın ilgi alanında bile olmadığı anlaşılıyor. Bir de “eski hoca” ifadesini fark ettiniz
mi? Eski hoca, yeni hoca olur mu? Kendileri genç, hoca yaşlı
mı demek istiyor yoksa. Her neyse eski hoca ifadesi de hoş olmamış.
Şimdi 76 ile
80.sayfalar arasında; ADIM III: DÜŞÜNCE GÜCÜ
ZİHNİNİN SINIRLARINI
AŞABİLDİĞİN KADAR ÖZGÜRSÜN
DÜŞÜNCE GÜCÜ NASIL
AKTİVE EDİLİR?
Bu başlıklarla başlayan bölümde yazar, kopuk ve güçsüz fikirlerle
bir şeyler gevelemeye çalışıyor ama işe yarar ve bütüncül hiçbir şey
söylemiyor. Allah aşkına, tırnak içine alınmış bir “öğrenilmiş güçsüzlük”
kavramı, yetersiz bir yazarı yeterli kılmaya, yazıyı kurtarmaya yeter mi?
Olmuyor işte, olmuyor.
Sayda 119’da; “Üç
yaşında boğulma tehlikesi geçirip de 50’li yaşlarında hala sudan korkan
insanlar içinse aynı akışkanlıktan bahsetmek mümkün değildir. Bu vakada, 47 yıl
boyunca bedende yerleşke kuran bir travma söz konusudur. Dolayısı ile
bedende tazelenmeyi, yenilenmeyi ve iyileşmeyi önleyen bir blokaj var demektir.
“
Altı çizili satırlarda cevabı olan soruyu yazıyorum: Travma
bedende ne kuruyormuş? Yerleşke kuruyormuş, yani ne kuruyormuş: kampüs
kuruyormuş. İnanabiliyor musun yazılana? Bedende kampüs kurmak. Böyle bir deyim ya da metafor var mı? Yok! Yazarımız
üretmiş, kullanabilir miyiz bundan sonra? Elbette, zorlarsan illa da kullanacağım
diye, pek güzel bir argo deyim olur bu. Bedende kampüs kurmak. Üniversiteli
çocuklar eğlenir… Demek ki yazarımız,
büyük laflar edeceğim diye böyle komik durumlara düşebiliyor ve kendisini bu
durumdan kurtarabilecek editör ve son okumacı işlerini yapmamış görünüyor. Yazık!
Sayfa 123’te yazarımız,
İslamiyetteki abdest uygulamasının bir topraklama metodu olduğunu belirtiyor
ama ne kesinlikte, bakalım: “Abdestin amacı elleri ayakları temizlemek değil,
bedendeki enerjiyi sıfırlayıp nötralize etmektir. Bu yüzden de su bulunmadığı
takdirde “teyemmüm” adı verilen uygulamayla toprak kullanılarak abdest alınır.”
Abdestin amacını açıklıyorsun, nerden biliyorsun, Metin Hara
? Referansın ne? Dini bir konudan bahsederken referansın kendi zihninse edepli
olur, fikrini bu benim yorumum diyerek ifade edersin. Abdestin amacını sana
Allah mı açıkladı da bu kesinlikte cümleler kurabiliyorsun? Zihninle ilgili bir
algı, dolayısı ile ciddi bir üslup sorunun var senin. Üstelik sorun yapısal,
çünkü aşağıda başka örneklerini de göreceğin gibi sorun, kendini tekrar ediyor.
Aynı paragrafın
devamında; “Dinler tarihi boyunca birbirlerine karşı toleranssız ve tahammülsüz
tavırlar içinde olan büyük dinlerin içine bakarsak, abdest sözcüğünün Türkçeye
Selçuklular zamanında Farsçadan geçtiğini görürüz.”
Editör ve son okumacı, neredesiniz, neresini düzelteyim
bunun? Tümüyle talihsiz bir cümle. “bakarsak” ile biten kısım ile devam eden
cümle arasında mantıksal bir bağ yok. Senin birikimin ne ki içini
dolduramayacağın böyle iddialı lafları yazmaya kalkarsın? Dinlere karşı
genellemeci, toptancı bir ithamın içindesin. İşlediğin konu din ve dinler
tarihiyle alakalı da değil, aradan çıkarmak istediğin ne? Cümlenin devamında yer
alan Türkçedeki abdest kelimesine ilişkin açıklama da statik bir bakış açısı ile kaleme alınmış. Sanki Selçuklular zamanında Türkçeye durduk yere Farsça”
abdest” kelimesi girmiş. Oysa dinamik bir süreç var, Türklerin toplum olarak
islama girmeleri, batıya doğru olan yürüyüşlerinde, İran coğrafyasında gerçekleşmiş,
bu vesile ile Türkçeye namaz, abdest gibi farsça bir çok kelime girmiş. Ne olursa olsun. Bu bilginin konu ile doğrudan ve dolaylı hiçbir ilgisi yok. "Bunu da biliyorum, yazayım" telaşı bu. Ego ile ilgili yani.
Aynı sayfanın son
paragrafında; “Bebeğin doğumu anne için ve dolayısı ile karnındaki bebek için
de ağır bir travma olduğundan, Hristiyanlıkta bebekler doğar doğmaz yaşadıkları
bu travmadan arınmak üzere vaftiz edilirler. Bu ritüelle; korku, heyecan ve
endişeyle saatlerce acı çekerek bağıran annenin kendisine ve karnındaki çocuğa
yaşattığı travmanın topraklanması amaçlanır.”
Buna karşılık sayfa
131’de; “Hristiyan çocukların doğar doğmaz günahkar ilan edilmelerinin altında
da yine aynı baskılama ve suçluluk yaratma hedefi yatar. Hristiyan çocuk
dünyaya gözlerini açar açmaz” Sen günahkarsın çünkü Hz. İsa; senin günahlarının
affedilmesi için kendini feda ederek çarmıha gerildi.” Suçlamasıyla karşılaşır
ve henüz işlemediği günahların bütün ruhsal bedellerini ödemeye başlar.”
Hristiyan bir ailenin çocuğunun vaftizi ile ilgili, biri
olumlu diğeri olumsuz iki yaklaşımını yukarıya aldım. Hristiyan itikadına göre
çocuk, Adem’in günahıyla doğduğu için İsa’nın kanı ile yıkanarak günahından
arındırılıyor. Yazar ne yapıyor? Vaftizi doğum travmasına bağlıyor. Tamamen
kişisel bir yorum olmasına rağmen aynı üslup sorunu kendini gösteriyor ve
fikrini “tek doğru, gerçek”miş gibi lanse ediyor. Henüz işlemediği günahların
ruhsal bedeli ile ilgili spekülasyonunun hesabını da bunu okuyan Hristiyanlara
bırakıyorum.
Devamı paragrafta;
“İslamiyet’te de çocukların “Ona bakma cehennemde yanarsın!” “Böyle konuşma
çarpılırsın!” “Sol elini kullanma günahtır!” gibi binlerce hurafeyle suçluluk
duygusuna terk edilmeleri, mutlu ve aydınlanmış bireyler olabilmelerinin önüne
çekilen büyük setlerdir.”
Bu ifadeler, Hristiyanlıkla ilgili dile getirilen olumsuz
yaklaşımı islamiyetle dengelemek üzere kurgulanmış mantıksal bir değeri olmayan
değerlendirmelerdir. Zira bahsettiği hususlar, ”İslamiyette” denilerek dinin
kendisine özgüymüş gibi lanse edilmektedir. Bu tarz ifadeler, toplumsal kültürde
yer alsa da 1980’ler boyunca İstanbul’un çeşitli muhitlerinde bu tarz konuşan
insanların bulunabileceği ve hatta yazarın da bu tür olumsuz telkinleri sıkça
duyabilmiş olma ihtimaline karşılık sanıldığı kadarıyla kendisinin mutsuz ve
aydınlanmamış bir birey olmasını sağlamamıştır. O zaman yazar neyi, niçin
konuşmaktadır?
Sayfa 129’da
yazarımız, uzmanı olmadığı halde bir kez daha din konusuna girmekte ve dini
terminolojiye ait bir kavram olan günah’ı kullanarak: “Cinsellik, dinler
tarihinde hiçbir koşulda başkasına zarar vermediği ve rızası dışında
yaşanmadığı sürece asla “günah” sayılmamıştır ve yasaklanıp baskılanmamıştır.”
demektedir.
Büyük lokma ye, büyük laf etme. Yazarın yaptığı, referansı
kendi aklı olan yeni bir zina tanımıdır. Daha doğrusu, zinanın alanının
daraltılarak yeniden inşa edilmesidir. (Bu durumda zorla yapılan her türlü
tecavüz, zina kapsamında kalmakta ve rızaya dayalı birliktelikler günah
kapsamından çıkarılmaktadır.) Haram ve helali belirleme yetkisi İslam itikadına
göre Allah’a ait olduğu için getirecek yorumları, Kur’an ile desteklendikleri sürece
-yoruma katılmasak bile- bir fikir olarak ciddiye almamız gerekir. Yazar, akıl
yolu ile Allah’ın haram kıldığı bir eylemi, günah/haram kapsamından çıkararak “nefsini
ilah edinmiş” bulunmaktadır. Allah’ın haram kıldığı bir eylemi yapmak başka,
haramlığı hususunda inkar etmek başka sonuçlar doğurur.
Yine sayfa 131’de:
“Tarihler boyu bütün dini kurumlar cinselliği her zaman baskılama, sınırlama ve
yasaklama yoluna gitmişlerdir. Dinler ve kutsal kitaplar; içinde aşk olduğu,
başkasına zarar vermediği ve rıza dışı olmadığı sürece cinselliği onaylarken,
din adına sonradan insanlar tarafından yapılandırılan dini kurumlar cinselliği
yasaklamış ve baskılamıştır.”
Hangi din? Hangi kurum? Salla gitsin, öyle mi? Hiçbir yere
uzanmayan, bir başka husus ile bağlantı kurmayan, “şunu da söylemiş alayım,
birikimime saysınlar” kabilinden ucuz yorumlar…
“… Devletlerin ve dini
kurumların seni görmek istemeyeceği mertebe, senin mutlu ve aydınlanmış, bilge
biri olmandır.”
Anarşizmi ben de severim ancak analitik olarak bu önermenin
bir varsayım olduğunu görmek ve buna göre işlem yapmak gerektiğini söylemek
isterim.
Sayfa 132’de:
“Aydınlanmış insanların, dini kurumlara ihtiyacı olmadığından onlara yersiz bir
saygı ve itibar göstermezler çünkü onlar varoluşla bir olmanın yolunu
biliyorlardır ve aracı kurumların rehberliklerine muhtaç değillerdir.”
İşte burası, yazarımızın dine yapamadığı saldırıyı ne olduğu
belli olmayan “dini kurumlar”a yapması ile ortaya çıkan ve artık dinsel inanç
olarak yazarla bambaşka dünyalara ait olduğumuzu perçinlediğimiz yerdir.
Hayırlı olsun.
Varoluş kim? Bu kelimeyi cümleye göre Allah, evren ve
enerji anlamlarında kullanıyorsun. Haberin olsun, tehlikeli sulardasın: Allah,
kendisinin ikame edilmesini şirk olarak görür. Önce kendisinin bu kadar çok
sayıda güzel ismi varken, onları kullanmayıp varoluş gibi kendi uydurduğun
sevimsiz bir ifadeyi hem de toplum içinde, fütursuzca kullanmanı edep dışı
bulduğumu ifade edeyim . Yeniçağın dervişi mahlasını kullanan birine böyle densizlikler
yapmak yakışıyor mu?
Sayfa 132’deki bir
çerçevenin başlığı, “Eşcinsellik günah mıdır?”, içeriğinde de “ilişkiyi
yaşayanlar arasında zorlama ya da baskı yoksa taraflar seçimlerini özgür
iradeleri ile yapmışlar ve bu kararlarından dolayı da memnunlarsa, hiç kimsenin
onları zerre kadar yargılama hakları yoktur.
Varoluş sana da, ne
yapmak istediğini sordu ve sen de bugün yaşadığın şeyi tercih ettiğine göre,
yanındakinin hangi seçimi yaptığını eleştirmek senin haddine düşmediği gibi
aslında kimseyi de ilgilendirmez.
Ortada bireye karşı
yapılan bir zulüm, zarar ve işkence olmadığı, bir insanlık suçu işlenmediği
müddetçe insanların cinsel hayatlarını yargılamak hiçbirimizin görevi değil”
Yine dini terminolojiye ait bir kavram olan günahı kullanıp
eşcinselliği tartışıyorsun. Dini konular, dinin kavramları ile tartışılır.
Senin zihnini ilah edinmene alıştım, seçimlerine de karışmıyorum ama sorumluluğunu
al. Eşcinsellik günah mı diye soruyorsan cevabını dinin içinde ara. Seçimlerini
din yapma. (Filan/Falan günah mıdır? sorusunun dini bir soru olduğunu anladığın an, büyük bir aydınlanma yaşayacağın kesin. İçimden geldi, öpüyorum. Selamlar.)
Sayfa 178’de; “Bize
bütün din kitaplarında varoluşun suretinde yaratıldığımız söylendiği halde
bizler daha sonra kendi suretimizde; hınçlı, şekilci, her verdiğimiz kararı
yargılayan, kıskanç ve tapınılmayı bekleyen bir varoluş yarattık… Ben bile
öğrettiğim egzersizlerde sana karşı esnek davranıp toleranslı olabilirken,
sonsuz sevginin kaynağı olan varoluşun benim gösterdiğim kadar bile hoşgörü
göstermeyeceğinin düşünmek ve sadece ibadet ritüellerini yerine getirmediği
için seni cehennemde etlerin eriyene dek yakıp kavuracak zalimlikte olduğu
fikrine katılmak seni “AŞK” tan giderek uzaklaştırmakta ve aranıza korkuyla
örülmüş duvarlar örnektedir.
Zihnini ilah edinmek tam da 178. sayfadan yukarıya
alıntıladığım ifadelerde kendini buluyor: Hınçlı, şekilci, kıskanç ve
tapınılmayı bekleyen bir Allah tasavvuruna karşı çıkmak istiyorsun. Ben olsam
daha düzgün bir üslupla ifade ederdim ama bil ki, Allah kendisine ibadet
edilmesini istiyor, şirk koşulmasını istemiyor, ayrıca “intikam alan” O’nun
isimlerinden biri: el Müntekim. Şekilci
de ne demek? Her şeyin bir kuralı var. Soyut konuşuyorsun. Allah’ın cehennemini
küçümsemek yakışıyor mu sana? Allah adildir ve bu kadar isyanı yapan birine rızkı
ve sağlık veriyorsa, hoşgörüsüne örnek de veriyor demektir. Sufi nefesi ile
meditasyon yapmaya ara verip biraz Kur’an meali okumanda yarar var.
Sayfa 214’te çerçeve
içinde: “Mevlana, hayatının son yıllarında artık namaz kılmıyordu, çünkü
kalbinin her atışı ibadet, her söylediği dua ve her hissettiği şey aşk olan bir
insanın hiçbir ritüele ihtiyacı kalmamıştır.”
Boyumuzdan büyük laflar edince sorarlar adama: nereden
biliyorsun? Delilin nedir? Namazın istisnası yoktur. Sen neler saçmalıyorsun? Zihnin sana ne oyunlar oynuyor: Kalbin her atışı ibadet nasıl olur?
Nereden biliyorsun? Tahmini değil, bilgiyi soruyorum. Her söylediği dua da ne
demek? Her hissettiği aşk ne demek? Kelimelerle kendinizi kandırıyorsunuz.
Mutlu musunuz bari?
Bitirirken kitabın yeniden gözden geçirilerek revize edilmesi ve en azından yukarıdaki mahzurların ortadan kaldırılmasını temenni ettiğimi belirtmek istiyorum. Metin Hara, teta dalga boyundan biraz olsun betaya çıkıp gerçekleri ve kendini konumlandırdığı yeri fark edip kendine yatırım yaparsa bu yazı ve yazar amacına ulaşmış olur.
Bitirirken kitabın yeniden gözden geçirilerek revize edilmesi ve en azından yukarıdaki mahzurların ortadan kaldırılmasını temenni ettiğimi belirtmek istiyorum. Metin Hara, teta dalga boyundan biraz olsun betaya çıkıp gerçekleri ve kendini konumlandırdığı yeri fark edip kendine yatırım yaparsa bu yazı ve yazar amacına ulaşmış olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder